Ve Newton Yeryüzüne Seslendi : “Ne Çektin Be !”
Klâsiktir ; anlatılara, hikâyelere genelde şöyle başlanır…
“PARKTA BİR ‘NEWTON’ SOHBETİ”
Güzel bir sonbahar sabahıydı…vb. (Sonra mevsime ve ortama uygun devam edilir.) Pandeminin örtüsü altında güzel bir parkta banka oturmuş sıcacık kahvemi yudumluyordum.
Yanımdaki bankta abi – kardeş arasında dönen uzun sohbet o kadar etkileyici, o kadar eğiticiydi ki, kendimden geçmiş olmalıyım ; zira sonlara doğru bir an kendimi yolda dalgın yürürken buldum. Kahvem buz gibi olmuş, son zamanların moda deyimiyle beynim yanmıştı…
Ana temayı unutmamak için sürekli “Newton aslında bir ‘Cin’ miydi ? Yok değilse, in-cin havada top oynarken Newton yerde ne yapıyordu ?
Elma mı soyuyordu ?.. Elmalar, toplar, toplar, elmalar vb.” diye mırıldanıyordum…
Yürürken aynı anda yazma becerim de olmadığı için hemen telefonumun ses kayıt tuşuna bastım, sıcağı sıcağına duyduklarımı ve anladıklarımı kayda geçirdim…
Şöyle başladım…
“BİLİME MERAKLI ÇOCUK” -1
Her çocuk gibi o da meraklıydı…
Özellikle bilime olan merakı, sadece “Evren – Uzay – Gezegenler vb.” ile sınırlı değildi.
Gerçekçiydi ve üzerinde yaşadığı Dünya’yı da merak ediyordu.
Bilime meraklı çocuğun kafasında yer çekimine dair de birçok soru vardı.
Aslında ‘yer çekimi’ yerine ‘kütle çekim’ denmesi gerektiğini de sonra öğrenecekti.
Fırsat buldukça kendinden on yaş büyük abisiyle sık sık konuşur,
onun engin bilgisinden, tecrübelerinden yararlanmaya çalışırdı, bu en sevdiği şeydi…
Abisi de bilime meraklıydı, çok şey bilirdi.
Her şeyi bildiği için de aksi mümkün olamazdı zaten, çünkü o bir ‘Herbokolog’du…
Üniversitenin ‘Herbokoloji Bölümü’nden yeni mezun olmuştu.
Özellikle uzayın gizemi, evrenin spiritüel yanı herkes gibi onu da cezbetmekteydi. Herbokolog abinin, özellikle “Eğer yeteri kadar konsantre olabilirsek, bir gün mutlaka in-cin top oynarken, cinleri göremesek bile havada asılı duran toplarını görebiliriz.” sözü, bilime meraklı küçük çocuğun aklından hiç çıkmıyordu.
Olayın tinsel yanı onda daha çok merak uyandıracakken, aksine o, havada asılı duran topları düşünüyordu. Hayatında hiç cin görmemişti ama yere düşen çok top görmüştü.
“Bu nasıl mümkün olabilir ?” diye kendine sorup duruyordu.
“Havada asılı kaldıklarına göre hava gibi hafif olmalıydılar.” diye düşündü…
“BİLİME MERAKLI ÇOCUK” -2
Bir gün, “Newton bunu başarmıştı.” dedi abisi… “Ne ! Newton cin miydi ?” diye atladı hemen meraklı çocuk. Abisi “Hayır değildi, ama cin gibiydi.” diye cevap verdi gülerek…“Zaten cin olsaydı elmayı havada tutardı.” diyerek abisine bakıp o da gülmeye başladı. Güzel bir espri yaptığını düşündüğünden ağzı uzun süre açık kalmıştı. Sonra bir an düşündü…“Ama o zaman da yer çekimini bulamazdı, değil mi ? Elma düşünce beyninde bir ışık yandı, önce yere sonra havaya baktı ve yer çekimini buldu. O zaman cinlerin yer çekiminden haberi yok, çünkü havada yaşıyorlar.” dediği an, abisinin mesleğini çoktan elinden aldığının farkında değildi. Boynuz kulağı geçmişti…“Ama unutma !” dedi abisi. “O kadim elma önce Newton’un kafasına, sonra yere düşmüş. ‘Şeytan ve ayrıntı’ durumu yani, anladın mı şimdi !” …
- – Kafasına düştüğü nereden belli, ya dosdoğru yere düştüyse ?
- – Olmaz, beyninde bir ışık yandıysa mutlaka kafasına düşmüştür.
- – Kafasına düşmese yer çekimini bulamaz mıydı yani ?
- – Bu tamamıyla içsel retoriğe aykırı olurdu ki, o da dış etkenlerin etkisiyle çok da sofistike olmazdı yani.
- – !!!..
- – Bakma öyle, doğaya aykırı işte.
- – !!!.. Ya dosdoğru yere düşseydi ?
- – Hiçbir şey olmasa da mutlaka bir şey olurdu.
- – Ya hiç yere düşmeseydi ?
- – Yine hiçbir şey olmasa da mutlaka bir şey olurdu.
- – Peki, ‘Elma’ yerine ‘Kiraz’ ya da ‘Hindistan Cevizi’ düşseydi ne olurdu ?
- – Mutlaka küçük ya da büyük bir şey olurdu.
- – Ağaç ? Ya kafasına ağaç düşseydi ?
- – Bir şey olmasa da, ölürdü ! Yerin ağacı, ağacın da yeri çektiğini, ama aslında yer daha büyük olduğu için yerin ağaca doğru değil de ağacın ona doğru düştüğünü, kendisinin de mecburen arada kaldığını kimse bilemezdi.
- – “Yer Çekimi” yine de keşfedilebilir miydi ?
- – Hiçbir şey keşfedilmese de, o mutlaka keşfedilirdi…
Cin gibi bir abisi vardı…
Şöyle devam ettim…
NEWTON’UN “ARZ CAZİBESİ” (ÇEKEDÜŞ – KAFİŞ) -1
Derler ki ; bir gün Isaac NEWTON elma ağacının altında otururken kafasına bir elma düşmüş, o an kafasında bir ışık yanmış ve “Bu elma neden yukarıya, sağa ya da sola gitmiyor da direkt yere düşüyor ?” diye düşünmeye başlamış…
Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş…
Birden bağırmış : “BULDUM !” …
“Neyi buldun ?” diye sormuşlar, “Yer Çekimini !” demiş…
Bunu biraz açarsak ; bir şeyin yeryüzüne yaptığı şeye karşı, yeryüzünün de ona yaptığı şeyi bulmuş diyebiliriz.
Yani elma ve yeryüzü bir şey yapmış, ama ne yaptılarsa birbirlerine yapmışlar, bu da Newton’u çok etkilemiş.
Sonra da Newton bunu anlaşılmaz, kargacık – burgacık bir biçimde matematiksel açıdan yazıya döküp, formüle etmiş. Güya sonradan birileri de (!) bunu anlamış ve geliştirmiş falan…
Aslında bunun yediden yetmişe herkesin anlayacağı fiziksel ve modern formülâsyonu “Çekim = Elma + Düşüş + Kafa + Işık²” şeklinde olmalıydı, ama ne yazık ki bilim dünyası bunu bir türlü anlayamadı.
İlkel versiyonunu yazan Newton’unkine sahip çıktılar… (Bkz. Newton’un Hayatı – Google) (İlkel versiyonunu anlamayanlar elbette bu formüle sahip çıkabilir.) (Çek=E+Düş+Kaf+Iş²)
(“Çekedüş-kafiş” diye okunur. Anlamı “Arz Cazibesi”dir.)
Heyhat !
“Öz olmayınca söz yükselmiyor göklere !” (W. Shakespeare)
NEWTON’UN “ARZ CAZİBESİ” (ÇEKEDÜŞ – KAFİŞ) -2
Aslında gerçekten de konu ve formül bu kadar basittir. Şöyle ki : Elma kafaya düştüğünde ilk ışık çakar ve insanı düşünmeye sevk eden o muazzam enerjiyi yaratır, saniyeler sonra da ortaya çıkan bu enerji, beyinde üç – beş kozmik tur atarak düşünceyi somutlaştırır, bu da ikinci ışıktır. Üst üste binen ışık da ikiye katlanır, ışığın karesi olur. Bu kadar ! Aslında Newton bunu nasıl anlamış, nasıl hissetmiş orası ayrı bir konu, çünkü o sırada çay içiyordu. Şüphesiz buradaki en kritik nokta, elmanın bir insanoğlunun kafasına düşerek böylesine bir ışık yakmış olması…
İlâhi elma işte !..
Bir de “Adem Elması” denen bir şey var ki, konumuzun dışında tabi. Bunun da bilimsel bir açıklaması yapılmalı mutlaka, ‘gırtlak çekimi’ gibi. Neyse, bu ayrı bir tartışma konusu…
Şimdi…
Genel olarak bilinenden, söylenenlerden yola çıkarak bu ‘kafaya düşme’ hikâyesinin üzerine biraz daha gidip, sarıp sarmalayıp, hattâ biraz daha sallayabiliriz…
Devam etmeye devam ettim…
“NEWTON GÜZELLEMESİ”
Parktaki herbokolog abinin kardeşine dediği gibi, “Newton” elbette bir cin değildi, ama “Kütle Çekim” kanununun oluşmasına öncülük eden, klâsik mekaniğin temellerini atan bir dâhiydi. Elma yerine armutla ya da bir ayvayla muhatap olsaydı bile, yine de “Kütle Çekim” teorisini insanlığın hizmetine bir şekilde sunardı…
Nüvit Osmay, “İnsan Mühendisliği” adlı kitabında Newton’la ilgili şunları söylüyor :
“… Isaac Newton gökyüzünün, Kopernik, Kepler ve Galileo tarafından çizilen bu resminden hiç hoşlanmadı, çünkü dünya üzerindeki cisimlerle gökyüzündeki yıldızların hareket kanunları arasındaki ilişkisi eksikti…
1665 senesinde, 22 yaşında olan Newton Londra’da çıkan veba salgınından kaçmak için Cambridge Üniversitesi’ni bıraktı ve köyüne döndü.
Orada kaldığı o sakin iki yıl içinde yerin çekimini matematiksel bir şekilde formüle etmeyi başardı.
Aynı kanunun gezegenlerin hareketleriyle dünyanın yüzeyine yakın cisimlerin hareketlerini hesaplamakta da kullanılabileceğini meydana çıkardı.
Böylece Newton, insanların gözetledikleri bütün hareketlerin matematiksel bir şekilde çekim kanununun basit prensiplerinin yardımı ile hesaplanabileceğini göstermiş oluyordu…
Bu sayede Neptün gezegeninin varlığı ve yeri bulununca bu nazariyenin doğruluğu da teyit edilmiş oldu. Newton mekaniğinin bu baş döndürücü başarısı tabiatın her sahasında matematik kanunları bulunduğu fikrini kuvvetlendirdi ve bunların meydana çıkarılması için hareketli çalışmaların başlamasına sebep oldu.
Bundan çıkan sonuç bütün evrenin belirli ve değişmez matematik kanunlara tâbi olduğu ve hareket düzeninin tamamıyla onlar tarafından tayin edildiği idi.
Newton parlak gençliğinin eseri olan “Tabiat Felsefesinin Matematik Prensipleri” adlı o anıtsal klâsiğinin önsözünde insanlığın geleceğe ait çalışma programını şöyle formüle eder: “Tabiatın geri kalan bütün olaylarını da aynı cins bir mantık sayesinde mekanik prensiplerle izah etmeyi ne kadar arzu ederdim!
Çünkü ben, türlü nedenlerden dolayı, onların hepsinin, cisimlerin parçacıklarının – şimdiye kadar bilmediğimiz sebeplerden dolayı – birbirini çekmesine, itmesine veya birbirlerinden kaçmasına sebep olan belirli kuvvetlere tâbi olduklarından ve bu kuvvetlerin de belirli sayılarla birbirleriyle ilişkisi bulunduklarından şüphe etmekteyim.” …
Şu Newton, delinin tekiydi, kesin !
“MEYVELERİN BİLİME ETKİSİ”
Peki hiç düşündünüz mü, “Newton” elma ağacı yerine bir karpuz ağacının altında otursaydı bilim bugün hangi – çılgın – noktada olurdu ? (“Manyak mıyım niye düşüneyim ki” dediğinizi varsayıyorum.) Neyse… Newton’u bilmem ama, böyle bir ağaç olsaydı eğer, ben de o ağacın dibinde otursaydım ve o karpuz benim kafama düşseydi, bulacağım ilmî formül, kesinlikle : “Erkin Koray = ‘İllâki’ (şarkı) + Karpuz + B. Peynir + Aslan Sütü + Yer Kabuğu Dansı + Düşüş !” olurdu… Burada yere düşenin karpuz olmadığı anlaşılıyor herhâlde… İşte bu, bir bilim insanıyla olmayan birinin arasındaki farktır, Newton’la aramızdaki o muazzam ışık yılı mesafesidir. Yer kabuğuna doğru arz-ı endam ederek çekimin böylesini keşfetmek bilim insanlarına nasip olmuyor ne yazık ki ! Hem ne demiş “Yunus Emre” : “İlim, ilim bilmektir / ilim, kendin bilmektir.” … Nokta !
Bir de şu var :
“İnsan insan mıdır, yalnızca yiyip içmek ve uyumakla geçiriyorsa hayatı ?” (W. Shakespeare)
Karpuzun bilime katkısı kıçüstü düşmekle sonlandığına göre tekrar “Elma”nın çekici güzelliğine dönebiliriz… Başka bir zaman diliminde yine aynı parktayız. Bu kez, cinlerle yakan top oynayan ‘herbokolog’ abi kardeşine sorar :
- – Şimdi, sana öğrettiklerimin ışığında (!) söyle bakalım : “Newton” o elmayı düşmeden havada kapsaydı ne olurdu ?
- – Başka bir elma düşerdi.
- – O hâlde, keramet “Elma” da mı, yoksa “Newton” da mı ?
- – Elma sebep, Newton sonuçtur. Newton için elma, bardağı taşıran son damladır !
- – !!!..
Parktaki çocuk büyümüştür…
“YAŞAM FORMLARI”
İnsanlık var olduğundan bugüne belki de milyonlarca insanın kafasına bir şeyler düşmüştür, elma dahil.
Bu da, kafalarda milyonlarca yanmış ışık (lar) demek.
Yanmayanları saymıyoruz elbette. İyi de her kafada yanan ışık ya da ışıklar, herkeste Newton’un düşündüğü ya da hissettiği ‘itki’ ya da ‘etki’lere sebep olmuş mudur ?
Yani, ‘kütle çekimi’ gibi çok önemli bilimsel bir teoriye, buluşa sebep olmuş mudur ?
Kim bilir, belki de olmuştur. Kafasında ışık yananlar, muhtemelen Newton’u taklit ediyor demesinler diye buluşlarını söylememiş olabilir.
Hâlâ söylemeyenler de olabilir.
Öyle ya da böyle, şu ya da bu, hepsine tamam, ama asıl soru şu : Peki neden bu kadar basit olan bir şeyi bilim insanları zorlaştırarak acayip formüllerle yazıya döker ki ?
Acaba çok şey bildiklerini ama aslında hiçbir şey bilmediklerini başka türlü anlatamayacakları için mi ?
Ya da garip formüllerle insanların kafasını karıştırarak, “Ey insanlar ! Bu, budur ! Bulduğumuz, bulduğumuzdur !” derken, aslında “Düşünmenize gerek yok, biz sizin yerinize düşünüyoruz, çünkü biz var ya biz, acayip şeyleriz !” demenin en kolay yolu bu olduğu için mi ? Hatırlarsanız, bunların en bildik ve en önemlilerinden biri de “Einstein”dı.
O garip formüllerini görmüşsünüzdür.
En ünlüsü de : E = mc²… Güya enerjiyle kütle arasındaki ilişkiyi anlatıyormuş !
Deli mi ne ! Bunun kafasına da Hindistan cevizi düşmüş olmalı !
İyi ki gezegenimizde böyle kafayı kırmış, kırmaya da hevesli birçok deli var.
Yoksa “Yer çekimi diye bir şey yoktur.” ya da “Dünya yuvarlak değil düzdür.” ya da “Bilim diye bir şey yoktur, hepsi safsatadır.” diyen dâhileri nasıl fark edebilirdik ki !..
O hâlde haykıralım !
“EY BİLİM İNSANLARI ! BÖYLE ZEKÂLAR, BU TÜR YAŞAM FORMLARI VARKEN KENDİNİZİ NE SANIYORSUNUZ SİZ !”
“Cehalet Tanrı’nın lâneti olduğuna göre, bilgi göklere uçabileceğimiz kanatlardır.” (W. Shakespeare)
Anlaşılan o ki ; insanlık bir elmadan bu noktaya geldiyse, armutlara daha çok dikkat etmeli !..
“ELMA GERÇEKTEN NEWTON’UN KAFASINA DÜŞTÜ MÜ ?”
Bir de “Yer Çekimi” (Gravitation) kelimesini ilk kez Newton’un kullandığına dair bir iddia var ki, tamamıyla saçmalık, üstünde durmaya bile değmez !..
Yine de, yeri gelmişken bu iddianın sahibini biraz tanıyalım…
William Stukeley, 1752 yılında yayımlanan “Memoirs of Sir Isaac Newton’s Life” adlı eserinde Newton’un yaşam öyküsünü kaleme almış. Bir arkeologmuş ve Newton’un yakın arkadaşıymış. Bu eserde Stukeley, Newton’un yer çekimini nasıl keşfettiğini de yazmış. “Londra Kraliyet Topluluğu” da, 2010 yılında, daha önce sadece akademisyenlerin ulaşabildiği bu 100 sayfalık el yazmasını çevrimiçi sunmaya karar vermiş…
Stukeley’e göre ‘elma’ olayı şöyle gerçekleşmiş :
Bir akşam yemeğinden sonra hava sıcak olduğu için ikisi, yani Newton ve Stukeley, bahçeye çıkıp elma ağaçlarının gölgesinde çay içmiş. Sohbet ederlerken konu konuyu açmış ve bir ara Newton, yer çekimi ile ilgili düşüncesinin hâlâ aklına ilk geldiği zamanki gibi olduğunu söylemiş…
Newton, düşünceli bir ruh hâli içinde dalıp gitmişken, o sırada yere bir elma düşmüş. Elmaya bakmış ve “Hımm… Neden bu elma daima dünyanın merkezine doğru düşüyor da yana ya da yukarı doğru gitmiyor ? Elbette bunun nedeni dünyanın onu çekiyor olmasıdır. Maddede çekme gücü olmalı. Dünyadaki çekim gücünün toplamı da, dünyanın herhangi bir yerinde değil, merkezinde olmalı. Bu nedenle bu elma her zaman dikey olarak merkeze doğru düşüyor. Eğer madde maddeyi çekiyorsa, çekim, maddenin miktarıyla orantılı olmalı. Bu yüzden elma dünyayı, dünya da elmayı çekiyor.” demiş…
Böylece, Londra Kraliyet Topluluğu arşivlerinde yer alan bu el yazması eser, gerçek hikâyeyi ortaya çıkarmış, yani : Elma Newton’un kafasına değil, yere düşmüş ! Durum bu olunca, bir şehir efsanesi de son bulmuş oluyor. Demek ki, kafaya bir şey düşünce ışık yanma olayı aslında sadece ‘yıldızları sayma’ eyleminden başka bir şey değilmiş. Biyografide ayrıca, Stukeley, “Gravitation” (Yer Çekimi) kelimesinin ilk defa Newton’la sohbetinde geçtiğini de ifade etmiş. Demek ki, “Yer Çekimi” (Gravitation) kelimesini ilk kez “Newton” kullanmış !
“EY DÜNYA ! ELMA DERSEM ÇEK, ARMUT DERSEM ÇEKME !”
Evet, 1999’un sonlarında 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında Albert Einstein’dan sonra ikinci sırada yer alan birinden, Isaac Newton’dan bahsediyoruz… İnsanlık ve geleceği için bıkmadan usanmadan düşünen, çalışan, fedakârlıkta bulunan en önemli dâhilerin sadece birinden bahsediyoruz. Newton’dan, yani 1676 yılında Robert Hooke’a yazdığı bir mektupta ışık ve ışığın kırılmasından söz ederken “Diğerlerinden daha uzakları görüyorsam, bu ‘devlerin omuzlarında yükselmem’ sayesindedir.” diyen birinden bahsediyoruz… Unutmayalım ; Newton olmasaydı, Einstein da onun omuzlarında yükselemezdi !
O hâlde ; bilimin aslında bir safsata olduğunu, özellikle de ‘kütle çekim’ diye bir şeyin olmadığını vb. iddia edenlere pekâlâ şunu diyebiliriz : E, kanıtlayın o zaman, çocuk oyunu mu bu ?
- – “Elma dersem çık, armut dersem çıkma !”
- – “Elma dersem çek, armut dersem çekme !”
Hadi bizi ikna ettiniz diyelim, peki yeryüzü ne olacak ? Kafanızı öne düşürüp şöyle yeryüzüne doğru eğilmeye devam edip ivmelenerek yakından söylesenize bunu “Dünya”ya, tutan mı var ! Bakın bakalım Newton’a göre çekiliyor musunuz, Einstein’a göre bükülüyor musunuz ?
Her iki durumda da kafaüstü çakılırsınız…
“KÜTLE ÇEKİM VARDIR, KANITLANMIŞ VE FORMÜLE EDİLMİŞTİR.”
Etrafta gezinirken, “Einstein’ın genel görelilik kuramı yer çekiminin uzay-zaman eğriliği olarak tanımlanırken, Newton’un yer çekimi ise, eğrilikten bahsedilemeyen statik bir alanın üstünde ‘yaşayan’ bir şey olarak tanımlanır.” diye, iki teoriyi kıyaslayan özet bir cümleye rastlamıştım…
Bilenler de bunu şöyle açıklamış : “Isaac Newton’a göre, kütleler birbirini çeker. Bu da büyük kütlenin küçüğü kendisine doğru çekmesiyle gerçekleşir. Ayrıca ona göre, zaman da uzaydan bağımsızdır. Albert Einstein ise, kütle çekimini cisimlerin kütlelerinden kaynaklanan bir kuvvet ile değil, uzayın eğriliği ile açıklar. Uzay ve zamanı tek bir düzleme alır. Kütle, bu uzay-zaman düzlemini madde miktarı oranında büktüğü için de kütleler birbirini çekmez, birbirlerinin üzerine düşer. Yani kütle, içinde bulunduğu uzayın bükülmesine neden olur ve iki nokta arasında hareket eden serbest cisimler aradaki en kısa yolu takip eder. Böylece bükülen uzay-zaman, diğer kütleleri büktüğü alana düşürmüş olur.” …
Her şeyden önce genel görelilik kuramının pek çok deneysel veri ile desteklendiği de bilinmektedir. Meselâ Merkür’ün yörüngesinde gözlemlenen kaymalar, genel görelilik kuramı tarafından büyük bir kesinlikle tahmin edilebilmiştir.
Ayrıca ışığın kütle çekim alanından etkilenmesi de genel görelilik kuramını doğruluyormuş…
Ve şimdi… Newton’un ‘devlerin omuzlarında yükselmek’ mottosundan sonra biz de artık kendi sloganımızı atabiliriz :
“EY, KARANLIK MADDE TROLÜ HERBOKOLOGLAR : ÇATLASANIZ DA, PATLASANIZ DA BİLİM HER ZAMAN KARANLIKLARI AYDINLATMAYA DEVAM EDECEKTİR !”
“Dilenciler ölürken kuyruklu yıldız görünmez : Büyüklerin ölümü tutuşturur gökleri bile.” (W. Shakespeare)
Ve…
Şöyle bitirdim…
“BULUNAMAYAN TEORİNİN FISILTISI”
Bilenlerin bildiği, bilmeyenlerin de şimdi öğreneceği gibi ; bilim insanlarının aslında gelecek için, insanlık için tek bir hayali ve hedefi vardır :
“HER ŞEYİN TEORİSİ” ni bularak ve bunu kısaca formüle etmektir…
Tıpkı “E = mc²” gibi, hatta ondan daha kısa bir şey yazabilmektir !..
Elbette bu formülü yazacak olan o dâhi ben değilim, ama ben, yazıldığında, bilinen her şeyi alt üst edip ikiye bölerek çıkaracağı o sesi şimdiden size fısıldayabilirim : ÇATIRT !
İnsanlığın bilim adına ardı sıra takip ettiği “Kopernik, Galileo, Kepler,
Newton, Einstein” vb. daha nice dâhiler varken…
Tanrı’nın da takip ettiği biri var : Erik VERLINDE.
Siz de takip edin…
……….
Kaynaklar :
Nüvit Osmay : “İnsan Mühendisliği” kitabı
Ayrıca İstanbul Kadın Müzesi yazımızın da ilginizi çekeceğiniz düşünüyorum.