Her şeyden önce dilimize yerleşmiş ve günlük olarak sohbetlerimizde kullandığımız bazı İstanbul deyimlerinin
ilginç öyküleri veya çıkış nedenleri hakkında bilgi vermek istedik.
ayrıca bu konuyla ilgili olduğunu ve beğeneceğinizi düşündüğümüz Atasözleri ile yaşamak, <strong>Atasözü ve Anlamı</strong> yazılarımızı da okumanızı öneririz.
1. Üsküdar’ da Sabah Oldu
Her şeyden önce Üsküdar’da deniz kıyısındaki Valide Sultan ve
Mihrimah Sultan camilerinin müezzinleri, karşı tarafta yaşayan padişaha seslerini duyurabilmek ve ondan ihsan alabilmek,
belki saray müezzinliğine yükselebilmek ümidiyle sabah ezanlarını mutlaka Beşiktaş’taki cami müezzinlerinden önce okurlardı.
Ayrıca bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak anlamında bugün dahi kullanılmakta olan
“Üsküdar’da sabah oldu” deyimi
vaktiyle aynı hat üzerinde olmalarına rağmen
Üsküdar’ın Beşiktaş’tan önce okunan sabah ezanlarından kaynaklanmıştır.
Sonuç olarak bBu şekilde dilimize yerleşmiş.
2. Marmara Çırası Gibi Tutuşmak
Eskiden ocak, soba veya mangalda ateş yakabilmek için çıralar kullanılır,
bu çıralar ise çarşılarda tutam halinde satılırdı.
Mesela aniden parlayanlar, öfkelenenler için kullanılan bu deyim, sakızlı çam ağaçlarıyla meşhur olan Marmara
Adası’ndan toplanan, reçinesi bol olduğu için kolay yanan çıralardan doğmuştur.
3. Kabak Başında Patlamak
Her şeyden önce su kabaklarının içleri oyularak şişe gibi kullanıldığı yıllarda, Galata meyhanelerinde içleri şarap dolu kabaklar
sıra sıra vitrine dizilirdi.
Ancak isteyen külhanbeyi hangi kabağın ipini keserse onu alır ve bitirmeden yerinden kalkmazmış.
Ancak meyhaneye yapılan baskınlarda zabıtalar ve bekçiler tarafından mekandaki küpler ve fıçılar devrilirdi.
Sıra sıra asılmış şarap kabakları meyhaneci ve araya giren müşterilerin başında patlatılırmış.
4. Dingo’nun Ahırı
Her şeyden önce İstanbul’da ulaşım için atlı tramvayların kullanıldığı yıllarda, iki at ile çekilen tramvaylara, dik Şişhane yokuşunu
çıkabilmesi için fazladan atlar koşturulurdu.
Ancak Azap kapı’da tramvaya eklenen takviye atlar, Taksim’de Dingo isimli bir Rum vatandaş tarafından işletilen
ahırda dinlendirilir, sonra tekrar Azap kapı’ya götürülürlerdi.
Sonuç olarak gün içinde sürekli atların girip çıktığı ahırın bu durumu dolayısıyla, girenin çıkanın belli olmadığı yahut her
önüne gelenin girip çıkabildiği yerler için bu deyim dilimize yerleşmiş.
5. Goygoyculuk Yapmak
Vaktiyle Muharrem ayında ilahiler okuyarak kapı kapı dolaşıp dilenen tarikat mensubu dilencilere goygoycu adı verilirdi.
Bu kişiler, Muharrem ayından iki gün önce Üsküdar’daki tekkelerine giderek şeyhlerinin yanında toplanır ve
buradan dörder beşer kişilik gruplar halinde semtlere dağılırlardı.
Muharrem’in birinci gününden onuncu gününe kadar sokaklarda ilahiler okuyarak dolaşan goygoycular,
gülbank çekerler ve durdukları kapının önünde dua ederlerdi.
Günümüzde bu deyim gevezelik, boşboğazlık yapmak anlamında kullanılmaktadır.
6. Çapulcu
Vaktiyle tulumbacı takımlarına sızmış işsiz güçsüz adamlara çapulcu adı verilirdi.
Bunlar zaman içinde birtakım sınavlardan ve denemelerden geçerek takıma alınmalarına rağmen bazıları ahlak
düşkünlüğü sebebiyle yine ilk fırsatta yangın yerinden hırsızlığa kalkışırlardı.
Durum fark edilirse polise teslim edilirler ve o semte bir daha adım atamazlardı.
1910’lu yıllarda İstanbul şehreminliği görevini sürdüren Cemil Topuzlu, hatıralarında itfaiye teşkilatındaki
aksaklıkları dile getirirken “çapulculuktan” bahsetmektedir.
7. Bulgurluya Gelin Gitmek
Bir işte gereğinden fazla telaş gösterenlere söylenen bu deyimin hikayesi şudur; Bulgurlu Köyü, suyu ve havası nedeniyle güzel bir köydür.
Eskiden beri de pehlivan çıkaran bu köyün delikanlıları güzelliği ile meşhur olmuştur.
Bu delikanlılarla evlenmek için civardaki köylerin genç kızları can atarlardı.
Dokuz gün festival havasında geçen Bulgurlu’ nun düğünleri de pek meşhurdu.
Eğer Bulgurlu’ dan bir görücü gelip kızı beğenerek nişan taktı mı, kız nişan bozulur korkusuyla çeyizini
noksanlarını tamamlaması için bir an evvel nikah kıyılıp Bulgurlu’ ya gelin gitmek için annesini, babasını gece
gündüz sıkıştırırmış.
8. Püsküllü Bela
II. Mahmud devrinde önce askerler, ardından memurlar için resmi başlık olarak kabul edilen fes, kısa sürede
halk arasında da kullanılmaya başlanır.
Fesin yaygınlaşmasıyla beraber değişik renk ve biçimlerde, püsküllü ve püskülsüz biçimde modeller ortaya çıkmıştır.
Yağmur ve kardan kalıbı bozulan, rüzgarda püskülleri sürekli karışan fesin kullanımı zahmetli ve masraflı bir
iştir.
Püsküllü bela deyimi bu durumdan esinlenerek ortaya çıkmıştır.
9. Balık Kavağa Çıkınca
Karşılıklı noktalarda bulunan Rumeli ve Anadolu Kavağı, çok rüzgarlı ve akıntının kuvvetli olduğu yerlerdir.
Buralarda bu yüzden balık tutmak neredeyse imkansızdır.
İstanbul’da balığın bol bulunduğu ve dolayısıyla fiyatının düştüğü zamanlarda şehirde tutulan balıkların,
Kavaklar’ a kadar götürülüp satıldığı görülürdü.
Diğer zamanlarda düşük ücretle balık almak isteyen müşterilere balıkçılar tarafından verilen cevap ise “O sizin
dediğiniz ücret balık kavağa çıkınca olur” şeklindedir.
10. İki Dirhem Bir Çekirdek
Kılık kıyafetleriyle dikkat çeken İstanbul hanımefendileri ve beyefendileri için kullanılan bu tabir, aynı zamanda
gösterişten uzak ve giydiğini kendisine yakıştıran anlamlarını da taşır.
Sonuç olarak deyimde geçen “dirhem” ve “çekirdek” tabirleri kuyumculukta hassas tartılar için kullanılan ağırlık ölçüleridir.
Ancak o dönemde piyasada en değerli para olan Osmanlı altını, tartıda iki dirhem bir çekirdek gelmektedir.
Ayrıca kılık kıyafet konusunda titiz olan kimselerin piyasada en yüksek değere ve hassas ölçülere sahip altın sikkeyle
beraber değerlendirilen bir deyim olmuştur.