Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.
Her şeyden önce nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
İstanbul dediğiniz; sur içinden ibaretti.
Ama Eyüp’te Rami’de, Zeytinburnu’nda oturan insanlar sokakta karşılaştıklarında,
“nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorusuna
“İstanbul’dan geliyorum, İstanbul’a gidiyorum cevabını verirdi.”
Yani: Rami’de, Eyüp’te oturan İstanbulluyum demezdi, diyemezdi.
Zira İstanbullu olmak ayrıcalıklı olmaktı ve başka bir şeydi.
Ancak o zaman Eminönü gündüz milyon nüfuslu, gece Arapların fink attığı bir semt değildi.
İstanbul Semt adları hakkında bilgi edinmek isterseniz İstanbul Semt Adları yazımızı okumanızı öneririz.
Azak yokuşunda tiyatro vardı.
Ayrıca Kocamustafapaşa’da merhum Nejat Uygur’un çevre tiyatrosu, tiyatro bitişiğinde zamanın assolisti Alaaddin Şensoy’un kafeteryası vardı ve
daha da önemlisi o tiyatroyu her akşam dolduracak da seyirci vardı.
O yıllarda sanatçı dediklerimiz magazin haberleri ve burnundan kıl aldırmaz kibirli halleri ile değil sanatları ve mütevazi kişilikleriyle anılırdı.
Ama Alaaddin Şensoy; kafeteryası önünde bir çocuğa 25 kuruşluk dondurma doldururken, Nejat Uygur çocuklarla şakalaşırdı.
Günün 24 saati açık olan Koska kahvesi, Çakıl ve Gar gazinosu sanatçılarının program çıkışında gelmesiyle dolar, sanat sokağa taşardı.
Ben udi Hırant’ı da, Arif Sami Toker’i de orada tanımış ve dinlemiştim.
Marmara ve Küllük kahvehaneleri devrin aydınlarının ufuk açan sohbetlerine sahne olurdu.
Şehzadebaşı’nda, Çemberlitaş’ta sinema vardı.
Gedikpaşa’da cadde üzerinde bir bakkalın önünde bütün dekoru bir sandık üzerinde mavi muşamba ve camekan olan kimsenin ismini bilmediği pala namıyla maruf biri,
torik lakerda satar, kunduracı kalfası öğle yemeğinde torik lakerda mor soğan yerdi.
O zamanlar Marmara’da torik olurdu, lakerda da bir ayakkabıcı kalfasının yiyebileceği fiyattı.
Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı. https://guide.michelin.com
Henüz Güzel Günler Derken
Su deyince aklımıza, “Hamidiye ya da Taşdelen” suyu gelirdi, su da henüz
pet şişeye girmemişti, “cam sağlığı can sağlığıydı.”
Naylon poşet, pet şişe ve gürültü kirliliği yoktu.
Cami avlularında güvercin, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu. Nişanca Kumkapı sokaklarında eşek üzerinde tel dolapta güveç kaplarda yoğurt satan Bulgar sütçünün çıngırak irisi zilinin sesi,
Nişanca – Soğanağa arasında günün en sessiz zamanı kaldırımda duyulan tak-tak sesleri
ardından Davudî bir sesin, değme şarkıcıya taş çıkartacak biçimde icra ettiği bildiğim hiç bir şarkıya benzemeyen şarkı mı, gazel mi, mani mi?
anlayamadığım bir musiki icrası..
” Isfahan’da var bir kuyu,
Kuyuda nane suyu
Her güzelin var bir huyu
Ne yaman acem güzeli.”
Diz altında iptidai bir tahta bacağıyla gezen nane şekeri satıcısının muhteşem sesidir bu
ve o tak-tak sesleri de tahta bacağın musiki öncesi girizgâhı..
Boynunda çapraz biçimde asılı, deri kayışlardan oluşan bir kafes içinde billur kavanozda
nane şekeri mi satmaktadır, ya da sanat icra edip şeker mi ikram etmektedir?.
Güneş yanığı bronz bir tenle inanılmaz tezat bembeyaz saç ve sakal, bir martının
açık kanadını andıran gür, gümrah beyaz kaşlar..
Tepeden tırnağa sakız beyazı, kar beyazı bir gömlek ve pantolon ve inadına dimdik ve
eyvallahı olmayan bir baş.
Ama o sessizliğin hüküm sürdüğü tenhalıkta, açılan pencereler, hafif bir meltemde dalgalanan perdelerin ardında hayal meyal genç, olgun,
yaşlı kadın yüzleri ve caddenin iki yakasındaki açık pencerelerden kaldırıma düşen madeni paraların yağmur taneleri gibi sessizliği delen sesleri…
Sokağa dökülen paraları toplayıp kanadı açık martı kaşlı, davudî sesli beyazlar içinde
heykel duruşlu adama veren, onun verdiği şekerleri saygıyla alan çocuklar.
Sonra da aralık pencere, dalgalanan perdeler ardındaki meçhul ve müphem hanımefendilere bıçak sırtı gibi belli belirsiz bir tebessümle verilen baş selâmı.
Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.
Daha Neler Neler
Tepebaşı’nda çamlar arasında çay bahçesi, Şişhane’de Haliç manzaralı
Kanun-i esasî kıraathanesi, Eyüp’te göç edemeyip insan merhametine sığınan leylekler…
Sirkeci’de Ali Muhittin Hacı Bekir’de demirhindi şerbeti, Kapalıçarşı’da
çukur muhallebicide sakızlı muhallebi, Çemberlitaş’ta köfteci Saim babada şıra vardı.
İstanbul pet şişe, naylon poşet, lahmacun, arabesk ve mülteci istilası altında değildi.
Her şeyden önce Kebapçı deyince akla yumurtalı piyaz, Arnavut ciğeri, köfte ve külbastı yenilip,
şıra içilen menüsü fakir ama lezzeti gani mütevazi Arnavut köfteciler gelirdi.
Çiçek pasajında madam Anahit sağdı ve akordeonuyla her masa müşterisine hitap edecek kadar zengin bir repertuarı vardı.
Sütçüler Bulgar, boza, dondurma, revani tulumba tatlısı satanlar Balkanlı,
en iyi aşçılar Bolulu, meyhanecilerin ünlüsü Rum olurdu.
Ayrıca Üsküdar’da Kanaat, Beyoğlu’nda Hacı Salih ve Hacı Abdullah, Mısır çarşısında Pandeli, Kapalıçarşı’da Havuzlu, Sirkeci’de Konyalı lokantaları İstanbullunun damağını şenlendirirdi.
Çatladıkapı’dan Yedikule’ye kadar olan sahilde “lodosçu” denilen rızkını denizde, ve denizin karaya attıklarında arayan bir zanaat erbabı vardı.
Henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.
Ancak nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Sokaklarında ayı oynatanlar, macun ve lahmacun satanlar vardı ve Gülhane parkı ayni zamanda hayvanat bahçesiydi.
Ayrıca Beyoğlu İstiklal caddesinde, lâvanta ve kokina satan çingene kızları ile Beyoğlu çikolatası satan küçücük dükkânlar vardı.
Caddelerde troleybüsler, troleybüs içinde önden arkaya yürüyüp, mesafeye göre bilet kesen biletçiler..
Mecidiyeköy’ün dut bahçelerini hatırlamam ama zaman Yedikule’de marul,
Çengelköy’de salatalık, Arnavutköy’de çilek, Langa’da bostan, Kanlıca’da yoğurt,
Beykoz’da paça, Emirgan’da çay, Sarıyer’de de börek, Vefa’da boza zamanlarıydı.
Henüz İstanbul Kalabalık Değilken
Her şeyden önce Kapalıçarşı’da ayakları dizden kesik Hamparsum, Eminönü’nde Nimet abla, kendisini tanımasak da;
Ayrıca Galata köprüsü altında merhum uzun Ömer’in altı çok pençeli devasa pabuçlarının sergilendiği piyango satıcıları henüz talih ve umut satıyordu.
Ancak Galata köprüsü dedim de aklıma geldi; bir tane dolandırıcımız vardı Kız kulesi,
Galata köprüsü ve Haydarpaşa garını satardı Sülün Osman’ı herkes tanırdı.
Bunca yıl sonra bile tebessümle hatırlanır. Nice dolandırıcılar geldi geçti, ne adları kaldı ne sanları..
Ama o yıllarda “Gangster” denirdi, bir tane banka soyguncusu vardı Necdet Elmas! adeta “Arkası yarın” izler gibi bir sonraki hamlesi “Arsen Lüpen” macerası gibi beklenirdi.
Ancak Merhum Selahattin Pınar’ın tamburu elindeyken kalbinin durduğu Kalamış’ta Todori,
Beyoğlu Balık pazarındaki “Krependeki İmroz” Kumkapı’da kör Agop, Tarlabaşı’nda
bir çok Yeşilçam filmine sahne olmuş İmrozlu Nikoli’nin Hasır, Yedikule’deki Sefa, Kurtuluş’ta adına şiirler yazılan İlk kadın meyhaneci, madam Despina’nın meyhaneleri birer Dünya markasıydı.
Samatya’da İstanbul’un son koltuk meyhanesi Küçük Paris; şarabın bardakla satıldığı,
birkaç leblebi iki dilim elmayla ayaküstü içen müdavimlerinin hizmetindeydi.
Henüz ezan da merkezi sistemle okunmuyordu.
Her şeyden önce meyhanelerden çıkıp çorbacıya, çorbacıdan çıkıp sabahçı kahvesinde kahve içmeye gidenler;
Hangi cami müezzininin sabah ezanının daha iyi kıraat ettiğini bilir ve sabahın o sessizliğinde gözlerinde yaş, dudaklarında pişmanlık ve tatlı bir ürpermeyle huşû içinde ezan dinlerdi.
Ancak henüz İstanbul’un güzel zamanlarıydı.
Ama nüfus daha üç milyon bile olmamıştı.
Ayrıca gürültü kirliliği de, tabelalardaki dil ve görüntü kirliliği de yoktu.
Ama cami avlularında güvercin, ağaçta serçe, denizde yelkovan kuşları ile martı sesleri olurdu.
Ama o zamanlar gerçekten güzel zamanlardı..
Selâm ve muhabbetle”